
SERDAR ÖKTEM

SANAT ÜZERİNE
Sanat kavram olarak yaratım süreci anlamına gelir. Kişisel yaratım süreci kendini sanatla ortaya koyar. Bu kısa yazıda sanatın kavramsal tanımı ve pratiği üzerinden giderek sanatın yozlaştırılması ve sonuçları üzerine birkaç şey söylemek istedim.
Sanat nedir ve sanatçı kimdir? Sanatçı sanat yapan kişidir değil mi? Yani yaratımda bulunan. Peki yaratım nedir? Yoktan bir şeyi var etmek. Siz o ana kadar yapılmayan bir şeyi yaptığınızda, bir eser verdiğinizde sanat yapmış olursunuz. Peki sanat çeşitleri nelerdir? Dünyada kabul edilen sisteme bakarsak sanat resim ve heykelden oluşmaktadır. Buna gösteri sanatları da eklenir ama bunlara daha çok eğlendirmeci anlamına gelen bir kelime eşlik eder ya da performans gösterisi de denebilir. Elbette bugünkü anlayışta müziğin yaratımını sanat kavramı içine eklemek zorundayız. Ancak bu yaratım beste bazında olmak zorunda. Yani müziği besteleyene sanatçı diyebiliriz onu icra edene değil. Aynı şekilde edebiyatı yaratana da hiç kuşkusuz sanatçı denmelidir. Hiç işlenmemiş bir temayı, bir konuyu edebi bir derinlikte işlemek elbette sanatçılığın gereğidir. Çünkü yoktan bir eser çıkmıştır ortaya. Dolayısıyla müzik bestelemek (herhangi bir alıntı yapmadan), bir edebi eser yazmak, bir heykel yapmak, bir resim yapmak sanatın icra alanlarıdır.
Dinlerde sanatın yasaklanması işte tam da bu nedenledir. Yaratımın sadece Tanrı'ya ait olduğu varsayılarak insanın yaratım yapamayacağı öngörülmüştür. Ama yaratıyor işte elden ne gelir! Bu mesele konumuzun dışında olduğu için burada bırakıyorum.
Sanatçı bu eserleri kendi benliğinin içinden gelen ilhamla, kendi düşünceleri ile, kendi el ya da kulak yeteneği ya da yazı gücüyle ortaya çıkarır ve toplumun beğenisine isterse sunar istemezse sunmaz. Belki sanat kavramına dansı da ekleyebiliriz çünkü dansçı hiç kuşkusuz içinden gelen eylemi müziğin ritmi içinde ona uyumlu bir koreografiyle sergileyen kişidir. Yeter ki bu sergileme davranışı tamamen kendisine özgü olsun. Bu kendine özgülük kişinin yarattığı sanatın bir üslubu olduğu anlamına gelir ki, zaten bizler sanatçıyı bu üsluptan tanırız. Pink Floyd'un müziği, Picasso'nun tarzı, Rodin'in heykelleri, Tolstoy'un romanları gibi.
Yaratım süreci kişinin içinden gelen ilhamla gerçekleşmeli demiştik. Bu ilham kişinin yetenekli olduğu alanda eser verdikçe ilerlemesini, gelişmesini, kendisini çok daha üstün eserler vermeye itmesini de sağlayacaktır. İnsanlığa anlatacağı bir şeyler olan bireyler toplumların bilim insanlarıyla birlikte en saygı gören sınıfını oluşturmaktadırlar. Çünkü sanatçı olmak bir insanın yücelebileceği en yüksek makamdır benim görüşüme göre.
O zaman bir de zanaate bakalım. Zanaatı sanattan ayıran nedir, nedir zanatkar'a sanatçı demememizin sebebi. Zanaatkar el işlerindeki ustalığını tıpkı sanatçı gibi sergilerken tekrarlanan işleri yapan kişidir ve aynı işi yapan birçok ustanın olması yapılan işin tekrarlanma niteliği el işçiliğinin sanat olarak değerlendirilmemesine neden olmuştur. Bu durumu şöyle bir örnekle geçebiliriz belki. Bir müziğin tek bir bestecisi olur ama o besteyi söyleyen bir çok şarkıcı vardır. Bu anlamda şarkıyı söyleyen şarkıcıya sanatçı değil, icracı, yorumcu ya da zanaatkar demeliyiz belki.
Bu durum politik olarak da kurcalanmaya ve kullanılmaya açık bir mesele olmuştur her zaman. Sanatın anlamını toplumun kafasında bozmak ve sanatın geniş kitlelere ulaşmasını önlemek isteyen politika yapıcılar, sanatçı olmayan icracılara, zanaatkarlara sanatçı sıfatını yakıştırarak ne yazık ki sanatın değerini toplumda düşürmeye, böylece toplumun genel zevk algısını gittikçe incelten ve yücelten en önemli unsur olan sanatı toplumun hayatından silmeye çalışmışlardır. Bu uygulama elbette sanatçı kisvesi altında mesleğini icra eden bazı kötü niyetli kişilerin toplumdaki konumlarını güçlendirmek ve özellikle para kazanmak için aslında yetenekleri olmayan bir alanda sadece magazin haberleriyle yaşamalarını ve topluma böyle enjekte edilmelerine neden olmuştur. Örneğin tamamen detone olan (notayla şanın birbirine uymaması) bir şarkıcı ne yazık ki konserlerinde alkışlanmakta, besteci olmayan bir şarkıcı söylediği şarkıların bestelerini kendi yapmış gibi gösterip pirim toplamakta, enstrüman çalamayan bir kişi kendisini besteci gibi sunabilmekte ya da var olan bir resmi aynen kopyalayıp yapan kişi de kendini ressam gibi gösterebilmektedir.
Sanatın yoktan var etme, zihninin içindeki dünyayı topluma sunma ve kendini ifade etme özelliği ne yazık ki bu insanlarda bulunmamakla birlikte toplumda onlar yüceltilmekte böylece gerçek sanatın içi de boşaltılmaktadır. Bu noktada Türkiye'nin üç çok büyük ve çok değerli sanatçısının neden bu kadar gözlerden uzak kaldığı ve yaşamlarını bu uzak kalışlar içinde ve iyi arkadaşlarım olduğu için şahsen tanık olduğum acılar içinde geçirdiklerini vurgulamak isterim. Elbette kimler olduklarını anladınız. Biri Fikret Kızılok, biri Cem Karaca biri de İlham İrem bu sanatçılar. Ne yazık ki televizyonların konumu, konserlerin ve seyircinin havası, toplumun bulunduğu nokta onları sanatlarını yeterince güçlü bir şekilde icra etmekten alıkoymuştur. Ve özellikle son dönemlerinde bu uzaklık bütün hayatlarında gözle görünür bir acıya neden olmuştur bu üç çok değerli sanatçımızda.
Ama bir değerli sanatçımız daha var ki, bizler toplum olarak onun varlığından dolayı büyük bir şansa sahibiz. O Yılmaz Büyükerşen hocadır ve tek başına önce bir üniversite yaratmış, sonra koskoca bir şehri yeniden var ederek gelecek kuşaklara eser bırakmanın ne demek olduğunu, eğer gönülden gelerek çalışılırsa bu ülkede bile çok güzel şeyler olabileceğini bizlere göstermiştir. Onun eserini gezmek, onun yarattığı şehirde soluk almak hepimiz için bir görev olmalıdır.
Tarihimiz ve şu anımız ne yazık ki kendi bestesi olmayan bestelere kendi adını yazan, kendi eseri olmayan romanları Rusçadan çevirerek yine kendi adını yazıp büyük edebiyatçı sınıfına giren, yine kendi yazmadığı romanları başkasına yazdırıp ismini koyan, kendi çekmediği filmleri kare kare yabancı filmlerden alarak çekmiş gibi yapan zavallılarla dolu. Sırf bazıları gözümüze ve kulağımıza hoş geliyor diye bu gibileri alkışlamamak, onlara değer vermemek, gerçek sanata kavuşmak için gerçek sanatçıyı ruhen beslemek toplumun görevi olmalıdır.
Peki sanat gerçekten var olduğunda toplum için midir, sanatın kendisi için midir? Bildiğiniz gibi bu çok uzun zamandır yapılan bir tartışmadır. Ancak bilinmeli ki sanat sanatçı için yani o eseri ilk yaratan kişi için her şeyden önce kendisine yöneliktir. Sanatçı eserini kendisini ifade etmek için ortaya koymaktadır. Bunu topluma sunması, belki satılmasını istemesi hiç kuşkusuz daha sonra vereceği eserleri sürdürebilme çabasıdır. Ama sanat aynı zamanda elbette toplum için de olmalıdır. Toplumu iyiye güzele doğruya ulaştırmaya çalışmak kendisi öyle hissetmese bile sanatçının görevidir. Toplum ancak güzel sanatla estetik zevklerini gittikçe inceltebilir ve sanattan zevk almayı öğrenebilir. Bu da toplumun tamamının medenileşmesi, demokrasinin toplumun damarlarında yerleşmesi, hukukun ve laikliğin toplumun temel yapı taşları olmasını sağlayan en önemli olgu olmaktadır, ilk başta öyle görünmese de.
Peki sanat bizim için nedir? Masonluk sanatın neresindedir ve neresinde olmalıdır? Kendi öğretimizde bizim iyiyi, doğruyu, güzeli aradığımız söylenmiyor mu? Sütunlarımızdan birinin adı güzellik sütunu değil mi? Yapacağımız işleri güzellikle süslememeli miyiz? O zaman biz sanatı zaten kendi içinde özümsemiş ve onun güzelliğini her zaman arayan bir mesleğe sahibiz demektir. Yani sanatı ve sanatçıyı hem desteklemeli hem sanatın ortaya çıkabilmesi ve sanatçının eserini verebilmesi için gereken ortamı hazırlamalı, hem de sanatı içselleştirmeliyiz ki, zaten görevimiz olan her derecede bir üst aleme çıkma ödevi gittikçe sübtilleşen Tin'imiz içinde gittikçe kolaylaşan bir eylem halini alabilsin.